bc

Kanlı Ay

book_age12+
117
FOLLOW
1K
READ
fated
tragedy
mystery
supernature earth
self discover
superpower
supernatural
special ability
twink
stubborn
like
intro-logo
Blurb

Genç kız duyduğu inleme sesi ile kapıya baktı. Sanki bir canlı, acı çekiyor gibiydi. Umursamadı. Tüm insanlardan nefret ediyordu. Kum torbasını yumruklamaya devam edecekti ki duyduğu uluma sesi ile duraksadı.

Kaşlarını çattı. Orman yolunda yaşadığı doğruydu ama burada daha önce hiç kurt görmemişti. Veya da uluma sesi duymamıştı.

Adımlarını kapıya çevirdi. Yavaş ve ağır adımlar ile kapıya yürüdü. Eskimiş tahta parçasını kapının kolundan yukarı kaldırdı. Gıcırdayan kapıyı açtıktan sonra bakışlarını etrafta gezdirdi. Görünürde bir şey yoktu.

Tam kapıyı kapatıp geri dönecekti ki kesik bir nefes sesi duydu. Gözlerini aşağı indirdi. Gördüğü şey ile dudakları aralandı.

Kapıyı sonuna kadar açtı ve yere eğildi. Kapısının önünde uzanan kahverengi tüylü kurdun, boynundan sırtına kadar uzanan geniş yaraya hafifçe dokundu. Hayvan, masmavi gözlerini kıza çevirdi. Muhtaç bir şekilde bakıyordu. Yardıma ihtiyacı vardı.

Kurt, daha fazla dayanamadı. Gözlerini açık tutmak için ettiği mücadele de kaybetti. Mavi gözleri ağırca kapandı.

chap-preview
Free preview
1. Bölüm "Yaralı Kurt"
Tüm hırsımı almak istercesine vurdum. İnsanlardan olan nefretimi kusmak istercesine vurdum. Kendimi koruyamadağım her an için vurdum. Sevdiklerimi koruyamadağım için vurdum. Kendi nefretimi bitirmek için vurdum. Önümde hızla sallanan kum torbasını bandajlı ellerim ile durdurdum. Alnımı kum torbasına yaslayıp, derin nefesler almaya başladım. Gözlerim kendiliğinden kapanmıştı. Düşündüm. Gecenin bir yarısı, eski bir kulübede, loş bir aydınlatmada kalmamın sebebini düşündüm. Yanağımdaki ıslaklık ile gözlerimi açtım. Her defasında güçlü olmak için elimden geleni yapardım. Ama insan yalnız kaldığında kafasının içi savaş alanına dönüyordu. O savaştan hiçbir zaman sağ çıkamıyordum. "Hey!" diye seslendi küçüklüğüm. "Hey! Neden ağlıyorsun? Sen kurtuldun. Bak bana, ben ağlıyor muyum? Oysa her şeyin başında olan benim." Yanıma yaklaştı. Elini bana doğru uzattı ve, "Sen kurtuldun." diye tekrar etti. "Beni neden kurtarmıyorsun? Neden öldüremiyorsun beni?" Arkamdan gelen ses ile irkildim. Hızlıca elimi yanağıma götürdüm ve yanağımı sildim. Küçüklüğüm haklıydı. Ağlamaya hakkım yoktu. Yine de yalnız kaldığımda ağlardım. Sonuçta ben de insandım değil mi? "Sen her zaman yalnızsın." dedi küçüklüğüm. Onu duymazdan geldim ve burnumu çektim. Hiç kimse beni ağlarken görmemeliydi. Benim için bir insanın karşısında ağlamak, o insana yenilmek demekti. Ben kimseye yenilemezdim. Kimseye beni ağlatabilecek değeri veremezdim. Bu acizlik olurdu. Ve benim karakterim bunu kabul edemezdi. Kapıya doğru döndüğümde kaşlarım çatıldı. Sanki birisi kapıya omuz atmıştı. Ama bir orman yolunda yaşıyordum ve buraya kimse uğramazdı. Beni bulmaları imkansıza yakındı. Dışarıdan acılı bir inleme sesi geldi. Umursamadım. Dışarıdan bir uluma sesi geldi. Umursadım. Burada daha önce hiç kurt görmemiştim veya da sesini duymamıştım. Aslında ne kadar orman yolunda yaşasam da, burada böcekler ve minik sincabım dışında herhangi bir canlı görmemiştim. Yavaş adımlarım ile kapıya doğru yürüdüm. Ne olur ne olmaz diye kapının arkasına koyduğum tahtayı kaldırdım. Kapının kolunu aşağı indirdim. Hafif aralanmış kapıdan kafamı uzattım. Görünürde bir şey yoktu. Kapıyı kapatmak için geri çekilirken, kısık bir inleme sesi duydum. Kapıyı iyice açıp, bakışlarımı aşağı indirdim. Yerde uzanan kahverengi tüylü kurdu görünce gözlerim irice açıldı. Ağzından kesik nefesler alıyordu. Boynundan karnına kadar uzanan bir yarası vardı. Aldığı nefesler yüzünden karnı şişip iniyordu. Yarası çok derin görünmüyordu ama canının fazlasıyla acıdığı belliydi. Elimi istemsizce karnına koydum. Bunun üzerine hafifçe hırladı. Korkarak elimi geri çektim. Kafamı sol tarafa doğru eğip gözlerine bakmak istedim. Kısık bir şekilde bakan mavi gözlerini bana dikmiş, muhtaç bir şekilde bakıyordu. Gözlerinin o koyu tonu, tanıdıktı. Yutkunma ihtiyacı hissetmiştim. Bu tondaki mavi gözleri gördüğümde, on bir yaşındaydım. Bu sırada koyu mavi gözleri ağır bir şekilde kapanmıştı. Gözlerimi kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım. Hızla yaralı hayvanı kucağıma aldım. Ağırdı. Ama öncesinde yapmış olduğum spor sayesinde zorlansam da onu taşıyabilmiştim. Büyük bir kurttu ama ayağa kalksa, en fazla göğüslerime denk gelirdi. İçeri girip, onu yavaşça yatağıma yatırdım. Doğrulup, koltuğun karşısındaki küçük sehpanın üzerinden anahtarlarımı aldım. Hızla dışarı çıkarak, yolun karşısında kalan arabama doğru koştum. Jeep'in bagajını açıp, içinde ilk yardım malzemeleri bulunan çantamı aldım. Arabamı kilitleyip koşarak kulübeye geri döndüm. İçeri girip, kapıyı kapattım. Hızlı adımlar ile yatağın yanına ulaştım. Çantayı yere bırakıp, ön gözden eldivenleri aldım. Olabildiğince hızlı bir şekilde eldivenleri elime geçirdim. Okuduğum bölümün ilk defa bir yararını görecektim. Veterinerlik okuyordum. Son yılımdı. Veteriner olmak gibi bir hedefim yoktu fakat sayısal derslerim iyiydi, hayvanları seviyordum ve üniversite sınavında veterinerliği tutturmuştum. Beşinci yani son yılımdaydım. Bu yüzden ona yardım edebileceğimi düşünüyordum. Sonuçta köpekgillerdendi, değil mi? Boynundan karnına kadar uzanan çizik izleri vardı. Pençe izine benziyordu. Yara olan kısımları tedavi etmeye başladım. Merak ettiğim şey, bir yaralanma sonucu bu denli bir hasarın mümkün olup olamayacağıydı. Derin olmayan bir yaraya sahipti ve bilinci kapanmıştı. Bir gariplik vardı. Karnındaki işim bittiğinde gözlerimi yüzüne çevirdim.  Çok derin bir yarası yoktu fakat böyle derinlikte bir uykuya dalması gerçekten de garibime gitmişti. Derin bir nefes alırken gözlerim ağzına kaydı. Akan salyasının içinde kahverengi bir toz vardı. Kaşlarım çatıldı. Eldivenli elimi ağzına götürdüm ve ağzını hafifçe araladım. Dilinin üzerinde, az önce gördüğüm kahverengi tozdan bolca vardı. Tozu elime alıp, baş parmağım ve işaret parmağımın arasında gezindirdim. Burnuma götürdüğümde herhangi bir kokusu olmadığını fark ettim. "Ne yedin sen böyle?" diye mırıldandım. Gıda zehirlenmesi olabileceğini düşünerek, salon ile birleşik küçük mutfağıma hızla ilerledim. Tezgahın üzerinde duran, yarım saat kadar önce yaktığım muma takıldı bakışlarım. Gözlerim, bitmek üzere olan mumun ateşine değdi. İçimi kaplayan yoğun his sebebiyle tezgaha yaklaştım ve titrek bir nefes verdim. Verdiğim nefes, ateşin titremesine neden olmuştu. Ateş ile eş zamanlı olarak bedenim de titredi ve daha önce duymadığım bir ses, kafamın içerisinde yankı yaptı. "Karşında duran küçük ateş, senin verdiğin basit bir nefeste sarsılır. Ama o sarsılan küçük ateş, kalbinin intikamı için seni yakabilir." İlklerime kadar hissettiğim korkuyu yutkunarak geçirmeye çalıştım ve hızlıca etrafa göz gezdirdim. Burada hiç kimse yoktu, sadece kuruntu yapıyordum.  Küçük bir tabağa ılık su koydum. Biraz da tuz ekleyip karıştırdım. Odaya geri dönüp, yatağın yanına oturdum. Çantamdan şırıngayı çıkartıp, tuzlu suyu içine çektim. Halsiz bir şekilde yatağımda yatan hayvanın ağzını aralayıp, şırıngayı nazikçe ağzına soktum. Tuzlu suyu yuttuğundan emin olduktan sonra, diğer elimde tuttuğum poşeti ağız hizasına getirdim. Çok geçmeden poşetin içi doldu. Rahatça nefes alıp, hayvanın kafasını okşadım. Poşetin ağzını bağlayıp, ayağa kalktım. Poşeti atmak için kapıya yönelirken, masanın üzerindeki telefonum titredi. Kaşlarımı çatıp masaya doğru gittim. Telefonumu elime alıp, gelen bildirime tıkladım. Aynı bölüme gittiğim yalaka bir kız, bölüm hocamızın da olduğu guruba mesaj atmıştı. 0532...: Hocam bugün Kanlı Ay var. Acaba hayvanlar bundan etkilenerek bir tepkime falan gösterir mi? Sabır dilenircesine, derin bir nefes aldım. Yapmacık insanlardan nefret ediyordum. İnsanlardan nefret ediyordum... Telefonu diğer elime alıp, saate baktım, 23.58. Elimdeki poşet ile dışarıya çıktım. İki sene kadar önce, evde çöp biriktirmekten sıkılmış ve dışarısı için bir çöp kutusu yaptırmıştım. Ahşaptı ama hiç yoktan iyiydi. Aslında Kanlı Ay'ı izlemek istiyordum. Fakat ilgilenmem gereken bir hayvan vardı.  Çöp kutusuna ulaşınca, elimdeki poşeti çöpe attım. Az da olsa Kanlı Ay'ı görürüm umuduyla kafamı kaldırdım.  Zifiri karanlık. Bir an için dengem sarsıldı. Yere düşmekten son anda kurtularak dengemi toparladım. Nefeslerim sıklaşırken bir kadın, "Kaderler kaçınılmazdır." diye fısıldadı. "Kaderler açınılmazdır ve sen, kendi kaderin ile yeni tanışacaksın. Onun kaderi olacağını, o da bilmiyor." Kulağımda hissettiğim nefes sesleri, içimdeki korkuyu arttırmıştı. Hızlıca etrafta göz gezdirdim. Fakat hiç kimse yoktu. Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. Uykusuzdum ve yemek yemediğim için böyle oluyor olmalıydı. Tabii delirmiş de olabilirdim. Kulübeye doğru ağır adımlar ile yürüdüm. Kapıya ulaştığımda, elimi kapıyı açmak için kaldırmıştım ki arkamdan bir hışırtı sesi duydum. Hızla vücudumu geriye doğru çevirdim. Kuş ve böcek sesleri dışında başka bir ses yoktu. Sağ ayağımda bir temas hissedince geriye doğru bir kaç adım attım. Sırtım kapıyla buluşmuştu. Yere baktığımda, siyah bir sırt çantası gördüm. Kaşlarım çatıldı. Yere eğilip çantayı elime aldım. Fermuarı yavaşça açtım ve çantayı ters çevirip, içindekilerin yere düşmesini sağladım. Siyah bir sweet, gri eşofman, boxer ve spor ayakkabı.  Tekrar kafamı kaldırdım. Bir ses duyduğuma emindim. Bu çanta, buraya kendiliğinden gelmiş olamazdı. Belki de içeride yatan yaralı kurda zarar veren kişi getirmişti bu çantayı. Gerçi kurdun boynundaki izlere bakılacak olursa, ona bunu yapan bir insan olamazdı.  Daha önce kuşların sesini bile duymadığım bir ormanda, iki yırtıcı canlı mı vardı? Ve ben, o yırtıcı canlılardan birisini evimde mi tutuyordum? Bu ne kadar doğruydu? Evet, o yırtıcı hayvanın şuanda bilinci kapalı olabilirdi ama uyandığında, bana saldırmayacağını kesin olarak söyleyemezdim. Sonuç olarak ben olmasaydım, o yırtıcı hayvan ölecekti. Bu yüzden veterinerlik okuyordum. Hayvanlara yardım etmek için. Kalp kıran canlıların aksine, kendi halinde yaşayan ve hiçbir şey yapmamış olmalarına rağmen sayısız zarara uğrayan hayvanlara yardım etmek için. Kafamı iki yana sallayarak düşüncelerime bir son verdim. Kıyafetleri çantaya geri koyup, içeri girdim. Çantayı yavaşça yere koydum ve yaralı kurdu kontrol etmek için kafamı kaldırıp yatağıma baktım. Gördüğüm görüntü ile gözlerim irice açıldı. Dudaklarım aralandı. Ve telefonum elimden kayıp yere düştü.   Evime aldığım hayvan gitmişti. Yatağımda büyük cüsseli bir adam uzanıyordu. Çıplaktı ve karnından kan akıyordu. Pürüzsüz tenine ve yapılı vücuduna yakışmayan, kapımın önümde bulduğum ve iyileştirdiğim kurt ile aynı yaraya sahipti ve yarası kanıyordu. Oldukça beyaz, fakat benimkinden koyu olan teninde hiçbir kusur yoktu. Simsiyah saçları, yüzüne yakışan kalkık bir burunu, saçları gibi siyah kaşları ve iri dudakları vardı.  Yere düşen telefonumun çıkarttığı tok sesi duymuş gibi anında gözlerini açtı. Kurt ile aynı tonda mavi gözlere sahipti. Bu gözler o kadar tanıdıktı ki... Anında yatakta doğrulup, yorganı üzerine çekti. "Bu böyle olmamalıydı..." diye mırıldandı. Boğuk sesi kulaklarımda yankı yaparken, içimi gereksiz bir burukluk duygusu kaplamıştı. Konuşabilmek için yutkundum ve dudaklarımı aralamıştım ki, elini kaldırıp beni durdurdu. "Bak, her şeyi açıklayacağım. En azından şu durumda olmasın..." dedi üzerini göstererek. İçimi kaplayan burukluk duygusu daha da genişledi ve bedenimi ele geçirdi. Bir şey diyemeden yerden çantayı aldım ve yatağın önüne fırlattım. Sessizce arkamı döndüm. Normalde onu alt edecek gücüm olduğunu zannetmiyordum, fakat yaralıydı ve bana bir şey yapmaya kalkışırsa en azından kendimi kurtarabilirdim.  Boğazını temizleyerek, "Pekala," diye konuşunca arkamı döndüm. Sadece eşofmanını giymişti ve bakışları karnındaydı. Yarası kanıyordu. Yüzü ne kadar ifadesiz duruyor olsa da, canı acıyor olmalıydı. Seri adımlar ile yatağın yanında duran ilk yardım çantasına gittim ve ön gözünden aldığım eldivenleri elime geçirdim. Çantayı kenarından tutup yatağın önüne sürükledim. Yere oturdum. Yarayı temizlemeden hemen önce, "Bana bir zararın olursa kafanı uçururum." dedim. Şimdiye kadar bana bir şey yapmamıştı. Yaralıydı ve onu iyileştirmem gerekiyordu. Veterinerlik okuyordum ama insanlara da ilk yardım yapmayı biliyordum. Hayvanlar ile aramızda çok bir fark yoktu. Hayır, vardı. Bizler zararlıydık ve ağızlarımızdan zehirli kelimeler çıkartabiliyorduk. Başka canlılara fiziksel veya ruhsal zarar verebiliyorduk. Hayvanlar ise tamamen masumdu. Söylediğim şeye gülerek, "Bunu yapamayacağını sen de iyi biliyorsun." dedi. Zaten elimin altında olan yarasına sertçe bastırdım. Dişlerini sıkarak ortaya bir küfür savurdu. "Konuş." dedim. Bu sırada yarayı temizlemiştim. Elime aldığım sargı bezini makas yardımı ile kesip yaranın üzerine yapıştırdım.  Ayağa kalkıp eldivenleri elimden çıkarttım. Mutfaktaki küçük çöp kovama eldivenleri attım. Odaya geri dönüp, yatağın biraz uzağına, yere oturdum. Ben bağdaş kurarken o çoktan üstünü giymişti.  Ona kaşlarım çatık bir şekilde bakmayı sürdürürken derin bir nefes aldı. "Tanışarak başlayalım mı?" dedi. Tek kaşımı kaldırdım. "Bakma öyle. Bende bilmiyorum ne demem gerektiğini. Bana sadece yapmamı söylediler ve yaptım. Bu kadar." diye mırıldandı. "Kim?" diye sordum.  Sorumu duymazdan gelerek, "Ben Eftal," dedi. "Bana seni almam ve sini götürmem gerektiği söylendi." Kaşlarım mümkünmüş gibi daha da fazla çatıldı. "Ama ben senin ismini bile bilmiyorum." dedi. "İsmimi soruyorsun ama burada beni götürmekten bahsediyorsun. Kapımın önünde yaralı bir hayvan buluyorum ve evime alıyorum. Onun yarasına bakıyorum. Evden kısa süreliğine çıkıyorum ve geri döndüğümde bir de ne göreyim? Kurt gitmiş, yerine daha önce hiç görmediğim bir insan gelmiş. Ve beni götürmekten bahsediyor!" dedim. "Sakin ol." dedi. "En azından konuştuğum kişinin ismini bilmeye hakkım var. Bana ismini söyle ve sana her şeyi anlatayım. Tamam mı?" dedi. Vazgeçmeyeceğini anlayınca, derin bir nefes alıp, "Kelebek." dedim. "Ne?" "İsmim diyorum, Kelebek." dedim. Yüzünde garip bir ifade oluştu. "Sana neden bu ismi vermişler ki?" dedi bakışlarını yere indirirken. Kendiyle konuşuyor gibiydi. "Doğduğumda yaşayacağımı düşünmemişler. En fazla bir günüm olduğunu söylemiş doktorlar. Bu yüzden Kelebek koymuşlar işte. Şimdi anlat." dedim. "Bunu nereden biliyorsun?" dedi. Bakışlarını tekrar bana çevirirken. Tek kaşı havadaydı. "Bu hikayeyi sana kim anlattı?" dedi. Kaşlarımı çatıp, "Kimse anlatmadı." dedim. Kaşları alay edercesine yukarı havalandı. "Bu bir hikaye değil ve bana bunu kimse anlatmadı. Ben hatırlıyorum." dedim. Kaşları sertçe çatıldı, "Ne?" dedi. Şaşırmışa benziyordu. Sanki bir şeye anlam vermeye çalışıyor gibi görünüyordu. Omuz silktim. "Başka ne hatırlıyorsun?" dedi. "Ailenin seni bıraktığı günü hatırlıyor musun?" dedi. Oturduğum yerde dikleştim. Bunu nerden biliyordu? "Bunu nereden biliyorsun?" diye sordum. Yutkunup, "Buraya gelmem senin geçmişinle alakalı. Beni hatırlıyor musun?" dedi. Gözlerime öyle bir bakıyordu ki, hatırlamamak mümkün değildi o gözleri. Yutkunurken dudaklarımı ıslattım. "Küçük beyaz kurt." diye mırıldandım. Gülümsedi. "Kahverengiyle aynıydı." dedim. Kafasını salladı. "Sen misin?" dedim. Daha geniş bir şekilde gülümsedi. "Sen şimdi kurt adam mısın?" diye sordum. Ne kadar mantık çerçevesinin dışında olsa da, biraz öncesinde yatağımda yatan bir hayvan vardı. Yaralıydı ve ona bakıyordum. Daha sonra kısa bir süreliğine dışarı çıkıyordum ve geri döndüğümde daha önce varlığından bile haberim olmayan bir adamı yatağımda görüyordum. Kafasını sallayıp, "Hem de sürünün lideri." dedi. Burnumdan gülüp, "Lidere bak, ayak işlerini sana yaptırıyorlar." dedim. Kaşlarını çattı. Bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki, lafını böldüm. "Her neyse. Benim bu olayla ilgim ne?" dedim. Sorgular bir şekilde bana bakmaya başladı. Büyük ihtimalle bu kadar çabuk kabullenmemi beklemiyordu. Bilmediği şey şuydu ki, ona inandığım falan yoktu. Belki de kaçığın tekiydi. İlk defa gördüğüm bir insana -gerçek dışı bir şey iddia eden bir insana- inanacak değildim. İnsanlar, ağızlarından çıkan her kelimeyi kabul etmemizi beklerdi. Söyledikleri şeyi inkar ettiğimizde, daha da çok üstelerlerdi. En sonunda pes ettiklerinde, kendilerini savunmaya geçerlerdi. Ve kendilerini savunurlarken, karşılarındaki kişiye hakaret etmekten çekinmezlerdi. Daha fazla hakaret kaldırabilecek durumda değildim. Kollarımı göğsümde birleştirip dinlemeye koyuldum. "Sana ilk önce kurt türlerini anlatmalıyım." dedi. Derin bir nefes alıp, "Aslında tür değil." dedi. Oflayarak yerinde dikleşti. "Bak illa ki bir filmde veya ne bileyim kitapta görmüşsündür. Dolunayda dönüşüyoruz, kokuları daha keskin alabiliyoruz falan filan..." dedi. "Ama ben biraz farklıyım." diye mırıldandı. "Annem ve babam kurttu. Seninkiler gibi." dedi. Gözlerim irice açıldı. "Annem bana hamileyken babamı başka birisiyle aldatmış. Birisiyle değil bir çok kişiyle. Aralarında kurt olan da var insan olan da. Kısacası annem fahişenin tekiydi." dedi. Kendi söylediğine gözlerini devirip devam etti, "Ben doğduğumda farklı doğdum bu yüzden. Kimisine göre şans, kimisine göre lanet. Ama bu şey beni diğerlerinden daha güçlü yapıyor." dedi. "Normalde kurtlar, tüy renklerini genlerden alırlar. Benim farklılığım burada başlıyor. Çocukluk dönemimde tüy rengim beyazdı. Yılda iki kere Kanlı Ay oluyor biliyorsundur. Belli dönemlerde -iki dönemden bahsediyorum- renk değiştiriyorum. On beş yaşındayken, yılın ilk Kanlı Ay'ın da kurda dönüştüm. Yılın diğer Kanlı Ayı'na kadar. Tüy  rengim beyazdan kahverengine dönüştü. Şimdi yirmi beş yaşındayım ve yılın son Kanlı Ay'ında tekrar renk değiştirdim. Artık tüy rengim siyah. Aslında senin karşına yarın çıkacaktım fakat bazı nedenlerden dolayı biraz erken bir tanışma oldu." dedi.  Kuruyan dudaklarımı ıslatıp, "Pekala." diye mırıldandım. "Benim bununla ne ilgim var?" dedim. "Senin annen ve babanı tanıyorum. Benim sürümdeler." dedi. Kaşlarım havaya kalktı. "Geçen hafta seni öğrendik. Ve açıkçası ne yapacağımızı şaşırdık. Çünkü senin de kurt olman gerekiyordu." dedi. Kaşlarım çatıldı. "Annenin ve babanın soyu kurtlara dayanıyor. İlk kurtlara dayanıyor. Bu yüzden senin insan olma ihtimalin yoktu. Ama olmuş işte." dedi. Derin bir nefes alıp, "Sen doğduğunda, senin insan olduğunu fark etmişler. Bir ihtimal belki hastanede çocukları karıştırdıklarını düşünüp, test falan yapmışlar. Ama sen onların çocuğuymuşsun ve kurt değilmişsin. Bu yüzden..." dedi. Cümlesini bitirmesine izin vermeyip, "Çareyi çocuklarını çöpe atmakta mı bulmuşlar?" dedim. Alayla gülüp, "Saçmalık." diye mırıldandım. "Bak anlamıyorsun... Senden sonra bir çocukları daha oldu. Bir erkek kardeşin var ve o da kurt. Biz senin varlığını geçen hafta öğrendik ve öğrenir öğrenmez de seni bulmaya çalıştık. Bana söylemediler fakat seni, benim bulmam gerektiğini söylediler bana." dedi. "Eee?"  "Benimle gelmen gerekiyor." dedi. Kaşlarımı alayla havaya kaldırıp, "Sebep?" diye sordum. "Bak..." diye cümleye başlamıştı ki lafını bölüp, "Az önce sordun ya, 'Ailenin seni bıraktığın günü hatırlıyor musun?' diye. Hatırlıyorum. Daha iki günlüktüm ama hatırlıyorum. Bir çöpün önünde kucağında tutuyordu beni babam olacak o adam. Yanındaki kadın da çöp torbasını açıyordu. Bir çöp poşetine koyup çöpe attılar beni. Ailem yaptı bunu bana. Son sözleri, 'Ömrün bitti Kelebek'im' olan babam çöpe attı beni. Küçükken yurtta bana Kelebek'im dediği için sevinirdim. Geri geleceğine inanırdım. Ben büyüdükçe hayallerimi aldılar benden. Senin geldiğin gün..." dedim. Gözlerimi sıkıca kapatıp, "Bütün bunların başlangıcıydı ve sen tek günlüğüne beni kurtarmıştın. Teşekkür ederim. Bunun için sana minnettarım. Ama o gün kelebek, kozasından çıktı, beyaz kurt onu yaşattı ve günün sonunda kelebek öldü." dedim. Gözlerimi açıp, yeşilliklerimi onun mavileriyle buluşturdum. Derin bir nefes alıp, "Ve sen... Kanatları kırılmış bir kelebeğin, katiline dönmesini istiyorsun. Kusura bakma ama ben gurursuz değilim." dedim. Bir bebek, masum olurdu. Daha önce onlarca kalp kırmış bir kadının rahminden çıkmış olsa da, tüm çıplaklığı ile dünyayla tanışırdı.  Bebekler doğduklarında ağlarlardı, değil mi? Böyle bir dünyaya geldikleri için ağlarlardı belki de. Ama ben ağlamamıştım. Bunu da hatırlıyordum. Bu imkansızdı ama bunu da hatırlıyordum. Beni yabancısı olduğum bir kadının rahminden alarak dünya ile tanışmamı sağlayan doktoru da hatırlıyordum. Anne diyemediğim yabancı bir kadının beni ilk ve son kez emzirdiğini hatırlıyordum. Hiçbir vasfını görmediğim babamın beni bir çöpmüşüm gibi çöp kutusuna atışını hatırlıyordum. İlk defa o zaman ağlamıştım işte. Sesimi duysunlar, beni bırakmasınlar diye. Dünyaya geldiğim için değil, çöp muamelesi gören bir insan olduğum için ağlamıştım. Daha sonra, on bir yaşımda o yetimhaneden kurtulup evlat edinildiğimde ağlayış sebebim değişmişti. İnsan olduğum için ağlamıştım. Sadece can yakmayı bilen canlılardan olduğum için ağlamıştım. O gün, ağlayarak bir çöp kovasının yanına çöktüğümde, çöp olmayı dilemiştim. Çünkü çöpler bile bir çuval et torbasından daha değerliydi. On bir yaşımda çok ağlamıştım. Her gün hıçkırarak ağlıyor, kurtulmaya çalışıyordum. On iki yaşımda sessiz bir şekilde ağlamaya başlamıştım. Yine de kurtulmak için ellerime bağlanan ipleri çözmeye çalışır, bağırarak yardım dilenirdim. On üç yaşımda, kurtulmak için planlar kurmaya başlamıştım. Kaçmak için çok fırsatım olmuştu ama o evden kurtulup, masum bir canı arkamda bırakamamıştım. On dört yaşımda, birisi ile tanıştırılmıştım. Yine kurtuluşum olacağını düşünmüştüm. Yine yanılmıştım. Umudum tükendiği zamanlarda, kaçış fırsatlarım da elimden alınmıştı. On beş yaşımın sonunda, son kez bir insanın önünde ağlamıştım. O gün dünyanın adaletsiz bir yer olduğunu ve kendi adaletimi oluşturmam gerektiğini öğrenmiştim. Daha fazla beklememiş ve kendi adaletimi oluşturmuştum.  Kurtuluşum, ellerimin kana bulanması sayesinde olmuştu. Tek pişmanlığım ise, ölümü hak etmeyen bir insana toprağı sunmak olmuştu.  Yutkunduğunu, adem elmasının hareketlenmesinden anlamıştım. "Beni yanlış anlamanı istemem." diye fısıldadı. "Benimle gelmen gerekiyor. Nedenini bilmiyorum ama ailem bu konuda fazla ısrarcı. İçimden bir ses de yan yana olmamız gerektiğini söylüyor." Yüzümde alaycıl bir gülümseme oluştu. Kafamı iki yana sallayarak ayağa kalktım ve yeşil koltuğumun önünde duran şömineye yaklaştım. Şöminenin hemen kenarında duran odunlardan bir kaç tane alarak, şöminenin ateşinin daha da fazla artmasına sebep oldum. "Sadece..." Duraksadım. Aniden başıma bir ağrı girmişti. Ve kafamın içerisinde tekrar aynı ses yankılandı. "Ateşin içine attığın odunlar, ateşin harlanmasına sebep oldu. Peki yanan odunların hesabını kim verecekti? Kendisi yanarken daha da fazla harlanan ateş mi?" Gözlerimi kapatarak boğazımı temizledim. "Sadece ailen baskı yapıyor diye seninle gelecek değilim." Gözlerimi açarak arkamı döndüm. Göz göze geldiğimizde, "Ve senin içindeki ses öyle söylüyor diye." "Bahsettiğim ailede senin de ailen var. Onlarla tanışmak istemez misin? Annenle, babanla, kardeşinle..." İçimde oluşan öfkenin aksiymiş gibi yavaşça gülümsedim. Oldukça sakin bir ses tonu ile, "Onlar benim ailem değil." dedim. "Eğer ailem olsalardı, şuanda yanımda olurlardı. Eğer ailem olsalardı, isimlerini biliyor olurdum. Eğer ailem olsalardı, bu kadar şey yaşamış olmazdım." Yüzümdeki gülümseme genişledi. "Anlatabildim mi?" Yutkundu ve bir süre sessiz kaldı. Daha sonra dudaklarını ıslatarak, "Pekala," diye mırıldandı. "Anlaşılan seni ikna edene kadar buradayım."

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

GECE GÜNEŞİ

read
2.1K
bc

O KIZA ŞİMDİ BAK

read
4.0K
bc

KIRIK ANILAR MAHZENİ

read
1.7K
bc

Zor Ajanlar

read
1K
bc

PRENSİN KORUMASI

read
8.6K
bc

KARANLIĞIN GÖLGESİ

read
2.5K
bc

GİZ

read
6.7K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook